Kadına karşı şiddetin sembolü olarak Ayşe Paşalı davasında mahkeme, eski eşi İstikbal Yetkin’e ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi.
Geçen hafta bu dava ile ilgili olarak karar aşamasına gelindiği, kararın nasıl çıkacağı, verilecek cezada mahkemenin ceza kanununda belirtilen takdiri indirim hakkını kullanıp kullanmayacağı tartışılırken mahkemeden örnek sayılabilecek bir sonuç çıktı.
Ayşe Paşalı’nın katili, eski eşi İstikbal Yetkin’in, Mahkemedeki son söz olarak “ben eşimi çok seviyorum, pişmanım.” İfadesi, kendisi hakkında takdiri indirim nedeni olarak uygulanmamış olması ,kadına karşı uygulanan şiddette; ceza tayininde en ağır şekilde değerlendirilme yapılacağı hususunda sevindirici bir aşamadır.
Bugüne kadar mahkemelerin genel uygulamasında, sanığın duruşmada kravat takması, sadece söz olarak pişmanım demesi gibi hususları gerekçe gösterip lehe uygulamayla cezada indirim yapılmaktaydı. Yerel mahkemenin, sanık hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasında indirim yapmadan hüküm kurmuş olması sivil toplumun, kadın kuruluşlarının, baroların ve bu cinayetin işlendiği tarihten karar aşamasına kadar bütün yargı sürecini haber değeri olarak kabul edip haber yapan medyanın kadına karşı şiddet konusundaki tutumunun sonucudur.
Türkiye’de, kadın cinayetleri konusunda artık erkek egemen anlayışın yargıda uygulama yapamayacağı, bu anlayış etkisinden cezalar tayin edilemeyeceği, şiddetin en ağır şekilde cezalandırılacağı, suçu işleyenlerin hiçbir şekilde hoş görülemeyeceği hususunda önemli bir eşik aşıldı. Çünkü Ayşe Paşalı ile ilgili tamda bu kararın verildiği hafta Türkiye uluslar arası önemli bir sözleşmeye ilk imzayı atan ülke oldu.
Kadına Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi taraf devletlere çok önemli yükümlülükler getirmiştir. Sözleşme, aile içi şiddet dahil olmak üzere, kadına karşı uygulanan, her türlü şiddetle mücadele etmeyi öngörüyor. Bu sözleşme, ilk kez kadına karşı şiddeti insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlıyor. Şiddet mağdurlarının korunması, suçluların cezalandırılması, kadına karşı şiddetle mücadele alanında bütüncül, entegre ve koordineli politikaların sözleşmeci ülkeler tarafından uygulanmasını öngörüyor.
Sözleşme, taraf devletlere, şiddet eylemlerini her koşulda önleme yükümlülüğü getiriyor. Ayrıca taraf devletlere kadınlar yönünden pozitif ayrımcılık anlayışının yansıması olarak başka yükümlülükler de getirmiştir. Başlıca yükümlülükler;
Göç ve sığınma taleplerini değerlendirirken kadına karşı şiddeti ayrı bir veri olarak göz önünde bulundurmaları,
Taraf devletin, ulusal parlamentolar ile medya ve sivil toplum kuruluşlarının kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetle mücadele konusunda sorumlulukları ve bu alanda sağlayabilecekleri katkılara ilişkin düzenleme yükümlülüğü,
Sözleşmenin taraf devletlerce ceza hukuklarında somut önlemler alarak zoraki evlilik, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, kadın sünneti, zoraki kürtaj, zoraki kısırlaştırma, cinsel taciz ile namus adına işlenen cinayetler dahil olmak üzere kadına karşı işlenen tüm şiddet eylemlerinin cezaya tabi tutulması
Ve öngörülen cezaların ağır olması şeklinde düzenleme yapılması yükümlülüğüdür.
Türkiye’nin de imzaladığı bu sözleşmeden amaçlanan devletin her koşulda kadına karşı şiddeti önlemesidir.
Kadına yönelik şiddetin bugüne değin ülkemizde önlenemediği ancak şiddet uygulandıktan sonra kadın mağdure olarak devlet kapısına gittiğinde devletin, o aşamada şiddet uygulayıcısına yönelik yaptırım boyutunda cezalandırmaya çalıştığı fakat ceza verirken yine kadını suçun sebebi olarak algılayıp cezalandırmayı kadının kusurundan kaynaklı bir çerçeveye oturtmasıydı.
Ceza kanununda, yapılan olumlu yöndeki değişiklikler her seferinde, uygulayıcılar eliyle yanlış uygulanarak hakkaniyetten yoksun sonuçlar doğurmuştur.
Devlet her koşulda, kadına karşı şiddeti önleme yükümlülüğünün bilincinde olsaydı, Ayşe Paşalı eski eşi hakkında şikayetçi olduğunda, evli olmadığı evlilik birliği sona erdikten sonra kadını eski eşine karşı koruyacak yasal düzenlemenin bulunmadığı gerekçe gösterilerek Ayşe Paşalı da geri çevrilerek katiliyle baş başa bırakılmazdı.
Bugüne değin ülkemizde şiddete maruz kalan kadınlar, devlet tarafından korunmamış, ülkemizde kadınlar sadece geleneğin değil modern yasaların da korunmasından mahrum bırakılmışlardır. Toplumumuz gelişirken yaşadığı hızlı modernleşmede kadınları hesaba katmamış ve kadınları fazlasıyla korumasız bırakmıştır. Sivil Toplum Örgütlerinin ısrarlı talepleri üzerine, yasalarda kadınları korumaya yönelik olarak yapılan cılız düzenlemeler ise amacına uygun bir şekilde uygulama alanı bulamamıştır.
Kadına Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Sözleşmesi devlete her koşulda kadını koruma yükümlülüğü getirmiştir. Bu sözleşmenin iç hukuk normu olarak uygulanabilmesi için Anayasaya göre Türkiye Büyük Millet Meclisince onaylanarak yürürlüğe girmesi gerekir. Sözleşmenin bir an önce meclisten geçmesi için hükümet nezdinde konunun takipçisi olunması, meselenin gündemde tutulması, sivil toplum örgütlerince takip edilmesi gerekir. Yoksa sözleşme sadece imzalanmış olarak bekler ve devletin herhangi bir şekilde uygulama yükümlülüğü de doğmaz.
Sözleşmede öngörülen düzenlemeler acilen yapılmadığı takdirde gazetelerin üçüncü sayfalarında eşi tarafından öldürülen kadınların can acıtıcı, toplum vicdanını kanatan, bireysel olarak hepimizin kendini sorumlu hissedeceği vahim haberlerini görmeye devam edeceğiz.