ÇOCUKLARI TERÖRİST OLARAK GÖRÜYORUZ
Geçtiğimiz hafta Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nda bir heyet, Uludere olayı ile ilgili olarak yerinde incelemeler yaptı. Komisyon ölenlerin ailelerinden, Şırnak Valiliği’nden, bölgede görevli askeri birliklerden bilgiler alarak Ankara’ya döndü. Biraz da kamuoyunun baskısıyla bugüne kadar hep tartışılan ve içeriği de çok bilinmeyen olay gününe ilişkin insansız hava araçları dediğimiz heronlar tarafından kaydedilen görüntüleri de izledi.
Komisyonda farklı siyasi partilerden üyeler var. Görüntüler izlenirken; askeri yetkililer ve Aselsan uzmanları da görüntülerle ilgili komisyona bilgiler verdi. Görüntüler sadece komisyon üyeleri tarafından izlendi. Meclisteki diğer milletvekilleri dahi izlemenin yapıldığı bölüme alınmadı.
Bu kadar gizlilik içerisinde görüntüler izlendikten sonra o görüntüleri izleyen milletvekillerinin nasıl açıklamalar yapacağını merakla bekledim.
Görüntüleri izleyen vekiller, partilerine göre farklı sonuçlar elde etmişler.
İktidar partisi vekillerine göre; insansız hava aracıyla elde edilen görüntülerde, öldürülenlerin kaçakçı mı, yoksa terörist mi olduğunu anlamak mümkün değilmiş.
CHP’li vekillere göre; görüntülerin net olduğu, üzerine ateş açılan grubun çok açık bir şekilde bu taraftan sınırı geçip kaçakçılık amacıyla giden insanlar olduğu, insanı tereddütte bırakacak herhangi bir durumun yokmuş.
MHP’li vekil ise; kalabalık bir grubun katırlara bir şeyler yüklediğini, bu yükün silah olabileceğini, bu nedenle vurulanların terörist olarak da değerlendirilebileceğini algılamış.
Aynı görüntüyü, aynı ekranda ve aynı anda izleyen bu insanlar bu kadar farklı sonuçlar çıkaracak şekilde olayı izlemişlerse, olaya, ideolojik duruşun etkisinde kalarak bakıldığı görülüyor. Hâlbuki orada ölen 34 köylü, 12 ile 18 yaş arasındaki çocuklardı. Sadece 34 köylü denilerek meseleye yaklaşmak dahi bir insafsızlıktır. Çünkü ölenler çocuktu.
O görüntüleri izleyenler sadece vicdan ve insanlık gözüyle baksalardı; orada öldürülenlerin masum çocuklar olduğunu göreceklerdi. Kirli bir savaşın siluetinin yansıdığı perdeden izledikleri için, ancak bu kadarını görebilmişler. Bu kadarını görebilen bu komisyondan da, meselenin iç yüzünü aydınlatacak ve gerçeği ortaya koyacak bir rapor çıkacağını beklemiyorum.
Komisyon üyeleri olayın perde arkasındaki gerçeklere ulaşsalar dahi; bir takım dengeleri gözeterek kendilerince ulvi olduğunu düşündükleri devletin, âli menfaatleri arkasına sığınarak farklı sonuçlar yansıtacaklar.
METİN LOKUMCU RAPORU
Metin Lokumcu, meşhur Hopa olaylarında güvenlik güçleri ile vatandaşlar arasında çıkan kargaşa sonucunda ölmüştür.
Hopa olaylarını değerlendirmeyeceğim. Ama Metin Lokumcu’nun ölümü üzerine ölüm nedenini ortaya koyan iki farklı rapora değinmek istiyorum.
Adli vakıa olarak nitelendirilen ölüm olaylarında, ölüm nedeninin tam anlaşılması için otopsi yapılır ve bu otopsiyi de devletin özerk olduğunu düşündüğümüz kurumu olan Adli Tıp Kurumu yapar. Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı rapor, yargının dikkate aldığı ve ona göre hüküm kurduğu rapordur.
Adli Tıp Kurumu’na yüklenen bu görevden dolayı kurumun hazırladığı raporun, tamamen maddi gerçeği ortaya koyduğu kabul edilir.
Fakat Metin Lokumcu olayında; Adli Tıp Kurumu’nun yazdığı raporla, Türk Tabipler Birliği’nin yazmış olduğu rapor, tamamen birbirinden farklıdır.
Adli Tıp Kurumu’na göre Metin Lokumcu’nun ölümü; kalp krizi sonucu meydana gelmiştir. Güvenlik güçlerinin kullanmış olduğu gazların ya da fiziki müdahalelerinin, ölüm olayına bir etkisinin bulunmadığı şeklindedir.
Türk Tabipler Birliği ise ölüm olayının; güvenlik güçleri tarafından kullanılan gazların tetiklemesi sonucu meydana geldiğini belirtmiştir. Yani; Metin Lokumcu’nun ölümüne, güvenlik güçleri tarafından kullanılan gazların neden olduğu belirtilmiş.
Aynı olaya iki kurumun bu kadar farklı bakmış olması, toplumsal ve kurumsal ayrışmanın ne boyuta ulaştığını göstermesi açısından iyi bir örnektir. Enteresan olan ise; bu raporları hazırlayanların hepsinin doktor olması. İnsani ve vicdani gözle bakmaları gereken bu olaya dahi, nasıl bir vicdansızlıkla ve insafsızlıkla yaklaşıldığını görüyoruz.
TUNCAY ÖZKAN’IN AİHM KARARI
AİHM, Ergenekon davası sanıklarından Tuncay Özkan’ın mahkemeye yaptığı başvuru hakkında ara karar verdi.
Özkan başvurusunda haksız tutuklandığını, tutuklama gerekçelerini net olarak bilmediğini, uzun süredir tutuklu olduğunu ve yargılama usulüne ilişkin hataları gerekçe gösterdi. Mahkeme başvuru üzerine yapmış olduğu inceleme sonucunda ara karar oluşturdu. Oluşturduğu ara kararda bir takim tespitlerde bulundu. Bu tespitler, başvuruyu tamamen neticelendiren karar değildir. Bir ara karardır. Ara kararlar, mahkemenin hüküm verinceye kadar geçici olarak oluşturduğu ve toplanmasını istediği verilere ilişkindir.
AİHM’nin oluşturduğu ara karar, birkaç gündür gazeteciler ve çok önemli olduğunu düşündüğümüz hukukçular tarafından, köşelerinde ve televizyonlarda iki farklı şekilde değerlendiriyor.
Ergenekon ve benzeri davaları siyasi bulanlar, AİHM’in ara kararını bir hukuk zaferi olarak görüyorlar. Yargılaması devam eden bir davada, AİHM’in kendisine yapılan bir başvuruyu incelenebilir bulması, davanın ne denli hukuksuz yürüdüğünün tespiti olarak değerlendiriyor.
Diğer tarafsa; Ergenekon davasının demokrasinin ve hukukun hâkimiyetinin sağlanması için gerekli olduğunu düşünüyor. Bu grup; AİHM’in Tuncay Özkan’ın tutuklanmasına ilişkin olguların, tutuklama için gerekli olan şüphe için yeterli nitelikte olduğuna, suçlamaya dayanak yapılan tüm delillerin soruşturmanın başında başvurucuya bildirilmesinin gerekli olmadığına, soruşturmanın selameti için kısıtlanması gerekiyorsa delillerin hepsinin bildirilmemiş olmasının ihlal olarak değerlendirilmeyeceğine ilişkin ara kararı, Ergenekon davasının haklılığı için yeterli görüyor.
Hâlbuki Tuncay Özkan’la ilgili AİHM kararı, her iki tarafında baktığı gibi değerlendirilmemesi gereken bir karar. Teknik hukuk açısından bir takım tespitlerde bulunulan bir ara karar olduğu, Türkiye’de savunma istediği, savunma için Nisan ayına kadar süre verildiği, ancak Nisan ayında verilecek savunmadan sonra daha net bir karar verileceği durumu göz ardı edilmeden bakılsaydı daha sağlıklı bir değerlendirme ortaya çıkacaktı.
Özkan kararını hukukçuların önyargıdan bağımsız olarak, objektif, reel ve evrensel hukuk normları ışığında değerlendirmesi gerekir.
PEKİ YA VİCDANIMIZ?
Meselelere görmek istediğimiz gibi baktığımızdan bu üç olayda da taban tabana zıt sonuçlar ortaya çıkardık. İdeolojilerimiz, inançlarımız, felsefemiz farklı olabilir de, peki insanlığımız ya vicdanımız? Meselelere bakarken bu kadar farklı olabilir mi?