Ölüm oruçları ve açlık grevleri tartışılırken temel alınması gereken parametreler, temel hak ve özgürlüklerdir. Ölüm oruçları bugün ortaya çıkmış bir protesto şekli değildir. Tarihi,Roma’ya kadar gitmektedir.
Roma imparatorluğu döneminde, Hıristiyanlara yapılan baskıya tepki koymak için Hıristiyan din adamlarının açlık grevine başvurduğu ve bunun üzerine imparatorun,din adamlarının açlık grevini sona erdirmeleri için baskıların kaldırılacağı ve taleplerinin karşılanacağı sözü verdiği kaynaklarda yer almaktadır.
İlk çağlarda bile insan hayatı önemsenip açlık grevlerine kulak verilip çözüm üretiliyorsa; bugün ülkemizde ”açlık grevleri hala ölümle sonuçlanmadı,bunlar gerçekten açlık grevi yapmıyor, yapsalardı şimdiye kadar ölümler olurdu” şeklindeki yaklaşımları anlamak mümkün değil.
Ülkemizde açlık grevleri dönem dönem yapılmış , hemen hemen hiç birinde ölümler başlamadan Devlet, grevlerin sebebi olan meselelere eğilmemiştir.
Bugün cezaevindeki PKK militanları ve sempatizanlarının başlatmış olduğu ölüm oruçlarına gerekçe yapılan taleplerin meşruluğunun hangi kritere göre tartışılması gerektiği hususunda taraflar arasında mutabakat sağlanamıyor.
ÖLÜM ORUCUNDAKİLERİN TALEPLERİ
Ölüm orucunda olan tutuklular üç temel taleplerinin karşılanması için bu eyleme başladıklarını belirtmektedirler.
Bu taleplerini ; Ana dilde savunma, ana dilde eğitim hakkı ve Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması başlıkları altında sıralıyorlar.
Bu talepler temel hak ve özgürlükler kapsamında değerlendirildiğinde haklı ve meşru taleplerdir; Fakat devlet bu talepleri dile getiren kişilerin kimliklerinden dolayı taleplerin meşru olmadığı savındadır. Hâlbuki bu üç talebin insani, hukuki ve demokratik bir ülkede var olması gereken haklar olduğu konusu kuşkusuzdur.
Taleplerin meşruiyeti şahıslardan bağımsız, evrensel hukuk normlarına göre değerlendirilmelidir. İdeolojik bakış açısı ile meseleye bakanların “bu talep sahipleri devleti esir alıyorlar.” sonucuna varmaları normaldir. Çünkü ideolojiler meselelere kendi doğruları ışığında yaklaşır. Yıllarca resmi dil dışındaki dilleri yasaklayan, Anayasadaki Türk tanımlamasından başka milletleri tanımayan ve vatandaşını tehlike unsuru olarak gören devletin bu talepleri meşru görmesi zaten beklenemez. Onun için taleplerin meşru olup olmadığı konusu devlete göre şekillenmemeli, uluslararası normlar dikkate alınmalıdır.
Ana dilde savunma hakkı, bu yılki AB İlerleme Raporu’nda da yargı başlığı altında eleştirilmiş ve biran önce düzenleme yapılması istenmişti.
Ana dilde eğitim hakkı konusunda da Türkiye’nin yapması gereken düzenlemeler olduğu ve bu konuda biran önce adımlar atılması gerektiği aynı raporda belirtilmişti.
Öcalan’a uygulanan tecritler ise Türkiye’nin önüne sürekli engel olarak çıkmakta, Türkiye’nin uygulamaları İnsan hakları örgütleri tarafından eleştiri konusu yapılmaktadır. Talepler karşılanabilir nitelikte olmasına rağmen Devletin inatlaşma yolunu seçerek ölüm oruçlarını görmezden gelmesi akıl tutulmasından başka birşey değildir. Temel hak ve özgürlükler diye bir olgudan bahseden herkesin, bu talepler karşısında fikir birliği içinde olacağı aşikâr bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen ölüm oruçlarının görmezden gelinmesi yanlış bir taktiktir.
HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU
Adı hayata dönüş operasyonu olmasına rağmen, bu operasyonda ölümler olmuş, çok sayıda insan hayattan koparılmıştı. 2000 yılında DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde, yine cezaevlerinde açlık grevleri vardı ve bugün açlık grevinde olan tutuklulardan daha az sayıda kişi açlık grevine başlamıştı, talepleri de tamamen cezaevi koşullarının iyileştirilmesi üzerine kuruluydu; fakat o günün hükümeti, hükümlülerin zaferi olarak algılanacağı gerekçesiyle talepleri karşılamayı reddetmişti.
İnsan hakları savunucularının çabaları da malesef hükümet tarafından yeteri kadar sahiplenilmediği için açlık grevleri sona ermemiş ve 19 Aralık 2000 de 20 cezaevinde “hayata dönüş” adı altında operasyon yapılmıştı. O operasyon 30 mahkum ve 2 jandarmanın hayatına mal olmuştu. Ayrıca açlık grevinde 100 ün üzerinde de insan hayatını yitirmişti. Ölüm orucundaki yüzlerce mahkum ise grev sırasında ve sonrasında ölümcül hastalıklara yakalanmıştır. Adı hayata dönüş olmasına rağmen, sonuç hayattan koparılış olmuştur.
Bu kadar yakın tarihte yaşanmış, acısı taze örnekler ortadayken bugün çok makul ve meşru olan talepleri içeren açlık grevinin görmezlikten gelinmesi aslında yöneticilerin yaşanmışlıklardan hiç ders çıkarmadığını göstermektedir.
Açlık grevinin arkasında, PKK’nın ölümler üzerine kurmuş olduğu zafer kazanma stratejisi ve BDP’nin siyaseten kendine mevzi kazanma iradesi olduğu bariz bir şekilde görülse de Devlet taleplerin meşruluğuna bakar ve vatandaşının yaşam hakkı güvencesini sağlar,arkadaki iradenin oynadığı oyunlara göre tavır belirlemez. Demokratik hukuk devleti olmanın gereği budur.
Kamuoyu “bahtsız bedevi’’ve “Kutup ayısı” tartışmalarına ayırdığı zamanı, ölüme yatan bu insanlara kulak vermek için kullanmış olsaydı ölüm oruçları altmışıncı güne varmazdı.
İçinde zerre kadar insana ait sevgi taşıyan hiç kimse bu ölüm oruçlarına sessiz kalamaz. Herkes bu meselede konumlandığı pozisyonundan, insan hayatı adına bir adım öne çıkarak çözüme katkıda bulunmalıdır.
Ölüm oruçlarının dışarıya da taşmaması ve halkanın büyütülmemesi için bir an önce çözüme gidilmelidir. Dışarıdan cezaevlerindekilere destek için başlayan açlık grevleri de ölüm orucuna dönüşür ve ölümler başlarsa artık atılacak adımlar sonuç doğurmayacaktır.
Bugün, 2000 yılında yapılan hayata dönüş operasyonu, yargı kararları ile de mahkum edilmiş ve operasyonda ölenlerin ailelerine tazminatlar ödenmesine karar verilmiştir.
Bugün,dünden edindiğimiz tecrübeleri kendimiz ve insanımız için doğru kararlar vermek yönünde kullanıp doğru adımlar atmalıyız ki 10 yıl sonra da tarih bugünün yanlışlarını mahkum etmesin .